1. Dünya nedir? Bir algılar çokluğu mu, bir karmaşa, bir karanlıklar evreni mi, yoksa bir düzenlilik, bir bütünlük, güçlü bağıntılar veya yasalar örüntüsü mü? Hepsi veya hiçbiri. İşte bu yüzden Din yaşamı anlamlandırır ve fakat onu açıklayamaz. Bilim yaşamı belki açıklar, ancak onu anlamlandırmayı beceremez. Bir tek Felsefe, yalnızca Felsefe bu yaşamı hem anlamlandırabilir, hem de açıklayabilir.
2. Genel kanılar anlamında inançlar birer duygu yatırımıdır ve temeli, yalnızca, zamanla birer bağımlılık biçimi alacak olan alışkanlıklardan ibarettir. İnançların yazgısı daima sorudan, kuşkudan, düşünmeden uzak durmak suretiyle katılaşmak ve birer dogmaya dönüşmektir, çünkü düşünmeye yaklaştıkça her inanç seyrelir ve dağılır. Kitleler dünya denen parçacıklar evrenini ve algılar çokluğunu bir tek inançları aracılığıyla birliğe getirirler, bu karmaşayı ister istemez ancak genel kanılar üzerinden bir bütünlüğe kavuşturabilirler, yani dünyaya ve içindekilere ereksellik atfetmek suretiyle olup biten her şeyi anlamlandırmayı başarırlar; ne ki bu “her şey”e ilişkin elde ettikleri bütünlüğü asla çözümleyemez, onu yeniden öğelerine ayırıp parçaları arasındaki bağıntıların nesnel yasalarına ulaşamazlar, bunu amaçlamazlar da. Dindar bilinç için yaşamın bir anlamı vardır, çünkü bir amacı vardır; amaç varsa, o halde bir amaçlayan da vardır. Kısacası yaşamın bir başı ve sonu olduğu içindir ki onun bir bütünlüğü, bir amacı ve dolayısıyla bir anlamı vardır. Bu takdirde insan bilincinin en çetin hasmı ortadan kalkar: belirsizlik. Doğaya yerleştirilen bu aşkın yasalılık (amaç-anlam) aracılığıyla, insan, toplumsallığını da yasalar altında üretme ve düzenleme gücü kazanır; artık insanların örgütlü olarak bir araya gelmelerinin amacı ve anlamı vardır: devlet. Amacın ve anlamın olmadığı yerde yasa, yasanın olmadığı yerde toplum, toplumun olmadığı yerde devlet olmaz. Tarih boyunca insan yaşamında bir anlamlandırma etkinliği olarak Din’in varlığının asıl nedeni budur: belirsizliği, yani yasasızlığı ortadan kaldırmak, düşlem ve imgeleme dayalı anlatılar aracılığıyla yaşama bir anlam (amaç) kazandırmak, böylelikle ne yapıp edip “siyasal alan”ın varlığını ve sürekliliğini güvence altına almak, ta ki insan, en sonunda yasa için zorunlu görülen aşkınlık koşulundan vazgeçip kendi yaşamını kendi usu aracılığıyla anlamlandırmaya cesaret edene değin.
3. Buna karşın, doğayı ve toplumu tüm ayrıntılarıyla araştırmayı ve ulaşabildiği tüm bağıntıları neden-sonuç düzenekleri (yasalar) biçiminde açıklamayı görev edinmiş olan Bilim, kendisini, daima içine gömülmüş olduğu tikel nesneler dünyasından, çok ötelerde keşfetmeyi umduğu evrensel bütünlüğe doğru uzanan bir sonsuz tümevarım özlemi olarak ortaya koyar, çünkü Bilim geçmişten geleceğe bir bitimsiz devinimin ürünüdür, bu yüzden salt birikimdir. İnsan düşüncesinin ortaklaşa yaratısı ve haklı kıvancıdır. Ne ki biliminsanı, içine tüm tinsel yanlarıyla kendisini de koyabileceği bir bütünlüğü arzulamaktan kaçınmak zorundadır, çünkü böyle bir bütünlüğü değil kuracak, onu düşleyecek araçlardan bile yoksundur. Dünyayı karşısına almadıkça, onu sayılabilir/ölçülebilir biçimde nesneleştirmedikçe, Bilim, yaşamın özdeksel ve tinsel sorunlarına yönelmekten haklı olarak kaçınır; onun işi kümeciklerin öğeleriyledir, hepsini içine alan kümenin, yani bütünün kendisiyle değil. Bilim ne yazık ki bütün karşısında iktidarsızdır. Kendi ilkelerine bağlılığını koruduğu sürece dünyaya ne erek atfedebilir, ne de olgulara bir anlam yakıştırabilir. Din’i yadsımasının nedeni de hiç kuşkusuz budur, Bilim, en başından bu yana, düşlem ve imgelemin işlevi olarak ‘anlamlandırma’ ediminin temellerini yetersiz, o denli de nesnellikten uzak bulur, varolan anlam taslaklarından hiçbirini bir nedensel dizge, yani birer açıklama düzeyine yükseltilemeyeceğinin farkındadır.
4. Din ve Bilim’in yaşamı anlamlandırma ve açıklama edimlerini kendi aralarında paylaşmaları ve ister istemez diğerine karşı yeteneksiz olmaları, en iyi ısı-ışık örneğiyle anlatılabilir. Yaşamı birliğe getirme, ona bir bütünlük kazandırma, dolayısıyla dünyayı içinde güvenle yaşanabilir bir eve dönüştürme edimi olarak her türlü anlamlandırma denemesi, yaşamda kalması, varlığını güvenle sürdürmesi bakımından insanın en tinsel gereksinimi olup bu gereksinimin içselliği ve öznelliği de gözönüne alınırsa onu ısınma edimine (edilgi); buna karşın Bilim’in bir neden-sonuç dizgesi içinde kavramak suretiyle dünyayı daima ölçümlenebilir, dolayısıyla açıklanabilir bir uzaklıkta tutması da ışıtma edimine (etki) benzetilebilir. Bu durumda, insanın imgelem (Din) aracılığıyla ısındığını ama aydınlanmadığını, us (Bilim) aracılığıyla ise aydınlandığını ama ısınmadığını söylemek salt bir retorik olmayacaktır. Bu iki olgunun (ısınma-aydınlanma) üzerinde birleşebileceği biricik zemin, hiç kuşkusuz imgelemi de, usu da aynı derecede kullanma yeteneğine sahip olan Felsefe’dir, çünkü Felsefe, en temelde, Bilim’in kendisine sağladığı zeminden, yani ussal olan’dan hareketle bir veriler çokluğu olarak evreni birliğe getirme, yaşama bir bütünlük kazandırma, yani us’un yanısıra imgelem’e de özgürce başvurma etkinliğidir. Din düşlem ve imgelem aracılığıyla kendisine erek olarak yararlı ve iyi olanı seçer, doğru olanı değil, buna karşın Bilim de us aracılığıyla yalnızca doğru olana ulaşmak, ne olursa olsun konusunu çözümleyecek ve açıklayacak durumda olmak ister. İnsan karanlıkta (aydınlanmaksızın) yaşayabilir ve fakat asla soğukta (ısınmaksızın) yaşayamaz. Din’le Bilim, us’la imgelem karşıtlığını bir trajik çatışmaya dönüştüren yer de işte burasıdır: birinin diğerinin alanına yeteneksizliği. Kısaca söylemek gerekirse, tarih boyunca Felsefe’nin varlık nedeni bu çelişkinin aşılma gereksinimi olmuştur.
5. En temelinde kuram-eylem bütünlüğü bakımından Felsefe iki düzeyde ele alınabilir: bir düşünme biçimi olarak felsefe ve bir yaşam biçimi olarak felsefe. Her iki yanıyla da Felsefe demek, her ne pahasına olursa olsun insan yaşamını tümüyle bir eğitim süreci olarak kavramak demektir, yani insanın, yetkinliğini yaşamın başında hazır bulmayıp onu ancak eğitim aracılığıyla kazanabileceğini önesürmek demektir. Yaşam karşısında hadi neyse, hele doğa karşısında, yetkinleşmek için insan asla ‘deneyim’in kendisine sağladıklarıyla yetinemez; aksine ne yapıp edip deneyimi aşacak bilinci edinebilmek için zihnini de eğitmek zorundadır, eşdeyişle olguların önüne geçmek, olup bitenleri onlar olup bitmeden önce öngörebilmek zorundadır, yani yaşamını yönetmek zorundadır. Yetkinleşmenin biricik amacı budur: özgürleşmek, eşdeyişle doğa’nın zorunluluklarına boyun eğmeyi reddetmektir.
6. Demek oluyor ki bu zeminde, felsefe derslerinin amacı, biricik hakkı olan özgürlüğü kazanabilmesi için insan bilincinin yetkinleşmesine yardımcı olmaktır.
Dücane Cündioğlu